30 Ocak 2020

AÅŸkın Celladı – Bir psikoloÄŸun kaleminden

Şöyle bir sahne düşünün: birbirlerini tanımayan üç dört yüz kişiye çift çift ayrılmaları ve eşlerine şu bir tek soruyu tekrar tekrar sormaları
söyleniyor: –Ne istiyorsun?– Daha basit bir şey olabilir mi? Masum bir soru ve onun yanıtı.
Oysa ben, bu grup alıştırmasının beklenmedik güçte duygular uyandırdığına defalarca tanık olmuşumdur. Çoğu kez birkaç dakika içinde
oda yoğun bir heyecanla sarsılır. Erkekler ve kadınlar – hem hiç de çaresiz ve yoksul olmayan, başarılı, sağlıklı, iyi giyimli, yürürken
ışıltılar saçan insanlar – ta derinlerinde çalkantılar yaşarlar. Sonsuza dek yitirmiş oldukları kişilere – ölmüş ya da yanlarında olmayan anne ve
babalara, eşlere, çocuklara, arkadaşlara – seslenirler: –Seni tekrar görmek istiyorum.– –Sevgini istiyorum.– –Benimle gurur duyduğunu bilmek istiyorum.– –Seni sevdiğimi ve bunu sana hiç

söylemediğim için ne kadar pişman olduğumu bilmeni istiyorum.– –Dönmeni istiyorum

öyle yalnızım ki.– –Hiç yaşamadığım çocukluğumu istiyorum.– –Sağlıklı olmak, yeniden genç olmak istiyorum. Sevilmek, sayılmak istiyorum. Yaşamımın bir anlamı olsun istiyorum. Bir şey

başarmak istiyorum. Umursanmak, önemli olmak, anımsanmak istiyorum.– Ne çok istek. Ne çok özlem. Ve ne çok acı, yüzeye ne kadar yakın, yalnızca birkaç dakika derinde. Yazgı acısı. Varoluş

acısı. Hep orada olan, yaşam zarının hemen altında sürekli uğuldayan acı. Ulaşılması böylesine kolay olan acı. Pek çok şey – basit bir grup alıştırması, birkaç dakikalık derin düşünce, bir

sanat yapıtı, bir vaaz, kişisel bir kriz,bir kayıp – bize en derindeki isteklerimizin hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini anımsatır: genç kalmak, yaşlanmayı durdurmak,yitirdiğimiz insanların

dönmesi, ebedi aşkı bulmak, himaye edilmek, anlam ve önem kazanmak, ölümsüzlüğe kavuşmak.Ne zaman ki bu ulaşılmaz istekler tüm yaşamımıza egemen olur, o zaman yardım almak için aileye,

dostlara, dine – bazen de psikoterapistlere – yöneliriz.

Öykülerin tümünde aynı çığlık yankılanıyor: –İstiyorum! İstiyorum!– Hastalardan biri, yaşayan iki oğlunu ihmal ederken, –Ölen sevgili kızımı geri istiyorum,– diye haykırıyordu. Bir diğeri,

lenf kanseri bedeninin her köşesine yayılırken, –Gördüğüm her kadını düzmek istiyorum,– diyordu ısrarla. Bir başkası ise, açmak cesaretini bulamadığı üç mektubun sancılarıyla kıvranırken,

–Hiç yaşamadığım çocukluğumu,annemi, babamı istiyorum,– diye yalvarıyordu. Kendinden otuz beş yaş genç bir erkeğe duyduğu saplantısal aşktan vazgeçemeyen yaşlı bir kadın da, –Sonsuza dek

genç olmak istiyorum,– diyordu.

Psikoterapinin ana maddesinin, çoğu kez iddia edildiği gibi bastırılmış içgüdüsel yönelişler ya da trajik bir kişisel geçmişin iyi gömülmemiş kırık dökük parçaları değil, daima bu tür bir

varoluş sancısı olduğuna inanıyorum. Bu on hastanın her biriyle sürdürdüğüm terapideki başlıca bilimsel varsayımım – ki tekniğim de bu varsayım üzerine kurulmuştur – temel kaygıların,

insanların yaşamın acımasız gerçekleriyle yani varoluşun –verileriyle– başa çıkmak için harcadıkları bilinçli ve bilinçsiz çabalardan kaynaklandığıdır. (Bu varoluşçu perspektif ve ona

dayalı bir psikoterapinin kuram ve uygulaması, yazan Existential Psychotherapy (New York: Basic Books, 1980) adlı kitabında ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.) Psikoterapi açısından

özellikle önem taşıyan dört değiştirilemez gerçek görüyorum: her birimiz ve sevdiklerimiz için ölümün kaçınılmazlığı; yaşamımızı kendi irademizle biçimlendirme özgürlüğümüz; nihai

yalnızlığımız; ve son olarak, yaşamın belirgin bir anlamdan yoksun oluşu. Bu veriler ne kadar acımasız da görünse, aynı zamanda aklın ve kurtuluşun tohumlarını taşırlar. Bu on psikoterapi

öyküsünde, varoluşun gerçekleriyle yüzleşmenin ve bu gerçeklerin gücünü kişisel değişim ve büyümenin hizmetinde kullanmanın mümkün olduğunu göstermeyi umuyorum.

Yaşamın bu gerçekleri arasında en açık olanı, sezgisel biçimde en kolay anlaşılanı ölümdür. Erken bir yaşta, çoğu kez sanıldığından çok daha erken çağlarda, ölümün geleceğini ve ondan

kurtuluş olmadığını öğreniriz. Yine de, Spinoza’nın deyişiyle, –Her şey kendi varlığı içinde sürekliliğini korumaya çabalar.– İnsanın özünde, varolmayı sürdürme dileği ile kaçınılmaz ölüm

bilinci arasında kesintisiz sürüp giden bir çatışma vardır. Ölüm gerçeğine uyum sağlayabilmek için, onu yadsıma ya da ondan kaçıp kurtulma yolları tasarlamakta üstümüze yoktur.

Çocukluğumuzda,anne ve babalarımızın pekiştirdiği güvenin yanı sıra dini ve dünyevi masalların da yardımıyla ölümü yadsırız; sonraları, onu bir canavar, bir kum adam, bir şeytan gibi bir

varlığa dönüştürerek kişileştiririz. Ne de olsa, eğer ölüm peşimize düşen bir varlıksa ondan kaçıp kurtulmanın bir yolunu bulabiliriz; üstelik ölüm taşıyan bir canavar ne kadar ürkütücü

olursa olsun gerçeğin kendisinden, yani insanın kendi ölümünün tohumlarını kendi içinde taşıdığı gerçeğinden, daha az ürkütücüdür. Daha sonra, çocuklar ölüm korkusunu hafifletecek
başka yöntemler denerler: ölümle alay ederek onun zehrini alırlar, gözüpek davranışlarla ona meydan okurlar, ya da tereyağlı sıcak patlamış mısırla akranlarının güven veren beraberliğinde

hayalet öyküleri dinleyip korku filmleri izleyerek onu köreltirler.Yaşımız büyüdükçe ölümü kafamızdan çıkarmayı öğreniriz; dikkatimizi başka şeylere veririz; ölümü olumlu bir şeye

dönüştürürüz (öbür tarafa göçmek, yuvaya dönmek, Tanrı’ya kavuşmak, nihayet huzur bulmak); yüreklendirici mitlerle onu yadsırız; kalıcı yapıtlarla, tohumumuzu çocuklarımız aracılağıyla

geleceğe göndererek ya da tinsel süreklilik vaat eden bir din sistemini benimseyerek ölümsüzlüğü yakalamaya çabalarız. Pek çok kişi ölümü yadsımanın böyle açıklanmasına karşı çıkar.
–Saçma!– derler. –Biz ölümü yadsımıyoruz ki. Herkes ölecek. Bunu biliyoruz.Gerçekler apaçık ortada. Ama bunun üzerinde durmanın ne anlamı var?– Gerçek şu ki, biliyoruz ama bilmiyoruz. Ölüm

hakkında bir şeyler biliyoruz, akıl yoluyla gerçekleri kavrıyoruz, ama, aklımızın bizi başa çıkamayacağımız dozda kaygıdan koruyan bilinçdışı bölümü, ölümün çağrıştırdığı dehşeti ayırıp

safdışı bırakıyor. Bu ayırma işlemi bilinçdışı, gözle görülmeyen bir şey, ama yadsıma mekanizmasının bozulup ölüm korkusunun olanca gücüyle ortaya çıktığı nadir durumlarda,
onun varlığına inanabiliyoruz. Bu çok seyrek, bazen yaşam boyunca yalnızca bir ya da iki kez olabilir. Kimi zaman uyanık durumda, bazen ölüme kıl payı yaklaşmanın ardından, ya da sevilen

bir kimse öldüğü zaman olur bu; ama ölüm korkusu daha yaygın olarak karabasanlarda yüzeye çıkar…

Karabasan, amacına ulaşamamış bir düştür; kaygıyı –denetlemeyerek– uykunun bekçisi rolünde başarısız olmuş bir düş. Karabasanlar görünür içerikleri bakımından farklı da olsalar her

karabasanın temelindeki süreç aynıdır: işlenmemiş ölüm korkusu muhafızlarından kurtulup bilince fırlamıştır. –Sahibini Arayan Düşler– öyküsü, ölüm korkusunun kaçıp kurtuluşunun ve aklın onu

denetim altında tutmak için harcadığı son çabaların eşsiz bir kulis görünümünü veriyor: burada, Marvin’in karabasanındaki her tarafa yayılmış karanlık ölüm imgeleri arasında yaşamı

Ä°lginizi Çekebilir:   Bu Aileye Neler Oluyor?

destekleyen, ölüme meydan okuyan bir alet var düşü görenin ölümle cinsel bir düelloya girişmek için kullandığı parlak beyaz uçlu baston. Cinsel eylem öbür öykülerin kahramanları tarafından

da güçsüzleşmeyi, yaşlanmayı ve yaklaşan ölümü defedecek bir tılsım gibi görülüyor: örneğin, genç bir adamın öldürücü kanserine inat, karşı konulmaz bir itkiyle giriştiği rasgele cinsel

eylemler (–Tecavüz Yasal Olsaydı…–) ve yaşlı bir adamın artık yaşamayan sevgilisinden gelmiş otuz yıllık sararan mektuplara sımsıkı tutunuşu (–Usulca Gitme–). Yaklaşan ölümle yüz yüze kalan

kanser hastalarıyla çalıştığım uzun yıllar boyunca, onların ölüme ilişkin korkularını hafifletmek için benimsedikleri özellikle güçlü ve yaygın iki inanç ya da kuruntu dikkatimi çekmişti.

Bir güvenlik duygusu yaratan bu inançlardan biri insanın kendi kişisel özelliğine olan inancı, diğeri ise nihai bir kurtarıcının varlığına ilişkin inançtır. Bunlar –sabit yanlış inançları–

temsil etmeleri açısından kuruntu kapsamına girmekle birlikte, burada kuruntu terimini küçük düşürücü anlamda kullanmıyorum: bunlar herhangi bir bilinç düzeyinde hepimizin içinde varolan ve

bu öykülerin birkaçında rol oynayan evrensel inançlardır.

Özel olma, bir kimsenin insan biyolojisinin olağan yasalarının ve yazgının ötesinde, dokunulmaz ve incitilemez olduğu inancıdır. Yaşamın herhangi bir noktasında, hepimiz bir krizle karşı

karşıya kalabiliriz: bu ciddi bir hastalık, meslekte başarısızlık veya boşanma olabilir; ya da –Benim Başıma Geleceğini Hiç Düşünmemiştim– öyküsünde Elva’ya olduğu gibi, cüzdanını çaldırma

türünden basit fakat insanın sıradanlığını bir anda açıkça ortaya koyup yaşamın sürekli yükselen bir sarmal olacağı yolundaki yaygın varsayıma kafa tutan bir olay olabilir.

Özel olduğumuza inanmak içten içe bir güvenlik duygusu sağlarken, ölümü yadsımaya ilişkin diğer önemli mekanizma – nihai bir kurtarıcıya inanç – bir dış güç tarafından sürekli gözetilip

korunduğumuzu hissetmemize olanak verir. Sendelesek de, hasta da olsak, yaşamın tam sınırına da gelsek, inanırız ki bizi daima geri getirecek olan büyük ve her şeye gücü yeten bir hizmetkar

vardır.

Bu iki inanç sistemi, insanlık durumuna verilen bu iki taban tabana zıt yanıt, birlikte bir diyalektik oluşturur. İnsan ya kahramanca bir kendine güvenle özerkliğini vurgular ya da üstün

bir güçle kaynaşma yoluyla güvenlik arar: yani belirir veya birleşir, ayrılır veya içine gömer. Ya kendi kendinin ana babası olur ya da ebedi çocuk olarak kalır. Çoğumuz, çoğu zaman, ölümün

bakışından tedirgince kaçınarak rahatımıza bakar, kıs kıs gülüp Woody Allen’le aynı fikirde olduğumuzu söyleriz: –Ölümden korkmuyorum. Sadece geldiği zaman orada olmak istemiyorum.– Oysa

bir başka yol – psikoterapiye uygulanabilen eski bir gelenek – vardır ki bize tam ölüm bilincinin aklımızı olgunlaştırıp yaşamımızı zenginleştirdiğini öğretir. Hastalarımdan birinin
ölümün eşiğindeki sözleri (–Tecavüz Yasal Olsaydı…– öyküsünde),somut ölüm gerçeğinin bizi yok etmesine karşın ölüm fikrinin bizi kurtarabileceğini ortaya koymaktadır.

Varoluşun bir başka verisi olan özgürlük, bu on hastadan bazılarını bir çıkmaz karşısında bırakmaktadır. Şişman bir hasta olan Betty, beni görmeye gelmeden hemen önce çılgınca yediğini ve

ofisimden ayrılır ayrılmaz yine çılgınca yemeyi planladığını bildirdiği zaman,beni kendisinin denetimini üstlenmeye ikna ederek kendi özgürlüğünden vazgeçmeye kalkışıyordu. Bir başka

hastanın (–Aşkın Celladı– öyküsündeki Thelma) tüm terapi süreci, eski bir sevgiliye (ve terapiste) teslim olma temasının ve benim ona kendi gücünü ve özgürlüğünü yeniden kazanmasına yardım

amacıyla strateji arayışlarımın çevresinde dönüyordu.

Bir veri olarak özgürlük, ölümün tam antitezi gibi görünür. Ölümden korkarken özgürlüğü genellikle su götürmez bir biçimde olumlu bir şey olarak düşünürüz. Batı uygarlığının tarihi özgürlük

özlemiyle kesintilere uğramış, hatta onun gücüyle sürüklenmiş değil midir? Oysa varoluşçu bir bakış açısından özgürlük, gündelik deneyimlerin tersine, yaşam sürecimizi ebedi ve görkemli bir

planı olan bir evrende geçirmediğimizi öne sürmesi bakımından kaygıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Özgürlük, insanın kendi seçimlerinden, eylemlerinden, kendi yaşam durumundan sorumlu olduğu

anlamına gelir.

Sorumlu kelimesi çeşitli biçimlerde kullanılabilmekle birlikte ben Sartre’ın tanımını tercih ediyorum: sorumlu olmak, –yaratıcısı olmak– demektir, yani her birimiz kendi yaşam planımızın

yaratıcısı olmak durumundayız. Her şey olma özgürlüğümüz vardır, yalnızca özgür olmama özgürlüğümüz yoktur: Sartre’ın dediği gibi, özgürlüğe mahkumuz biz. Aslında bazı filozoflar daha da

fazlasını iddia etmektedir: insan aklının yapısı her birimizi, dış gerçekliğin yapısından, zamanın ve uzayın biçimlenişinden bile sorumlu kılar. Kaygı işte burada, kendi kendini

yapılandırma fikrinde yatar: bizler belirgin bir yapı arayan yaratıklarız ve altımızda hiçbir şeyin, hiçbir temelin bulunmadığını ima eden bir özgürlük kavramı bizi ürkütür.
Her terapist bilir ki terapideki ilk can alıcı adım hastanın kendi olumsuz yaşam durumunun sorumluluğunu üstlenmesidir. İnsan, sorunlarına kendisinin dışındaki bir gücün ya da aracının

neden olduğuna inandığı sürece terapinin bir etkisi olamaz. Öyle ya, eğer sorun dışarıda bir yerdeyse neden insanın kendisini değiştirmesi gereksin?
Değiştirilmesi ya da değiş tokuş edilmesi – gereken, dış dünya, yani arkadaşlar, iş, eş gibi şeylerdir. Nitekim –Usulca Gitme– öyküsünde, her şeye burnunu sokan, mütehakkim bir muhafız-

eşten yakınan Dave, o hapishanenin inşasından nasıl kendisinin sorumlu olduğunu kavrayıp teslim edene dek terapide bir ilerleme kaydedememişti.

Hastaların sorumluluk almaya direnme eğilimi göstermesi nedeniyle terapistler onların kendi sorunlarını nasıl kendilerinin yarattıklarını fark etmelerini sağlayacak teknikler geliştirmek

zorundadırlar.Bu vakaların birçoğunda kullandığım güçlü bir teknik, burada-veşimdi’ye odaklanmayı esas alır. Hastalar, dışarıdaki yaşantılarında kendilerini çileden çıkartan insanlararası

sorunların aynılarını terapi ortamında da yaratma eğiliminde olduklarından, dikkatimi hastanın geçmiş ya da şimdiki yaşamındaki olaylardan çok onunla benim aramda o anda olup bitenler

üzerinde yoğunlaştırırım. Terapi ilişkisinin (ya da, bir terapi grubunda, grubun üyeleri arasındaki ilişkilerin) ayrıntılarını inceleyerek bir hastanın diğer insanların tepkilerini nasıl
etkilediğini hemen orada gösterebilirim. Şöyle ki, Dave evliliğine ilişkin sorunların sorumluluğunu üstlenmekten kaçınabilse de, grup terapisinde doğrudan doğruya kendisinden kaynaklanan

verilere karşı çıkamıyordu: bir başka deyişle, onun ketum, taciz edici, kaçamak davranışları grubun diğer üyelerini de kendisine karşı tıpkı evde karısının gösterdiği gibi tepki göstermeye

itiyordu. Benzer bir biçimde, Betty’nin (–Şişman Bir Hanım–) terapisi de, Betty yalnızlığının sorumluluğunu o uçuk, köksüz Kaliforniya kültürüne yükleyebildiği sürece etkisiz kalmıştı.

Ancak ben, birlikte geçirdiğimiz saatlerde, onun kişisel düzeye inmeyen, uzaklaştırıcı, çekingen tutumunun terapide de nasıl aynı kişisellikten uzak ortamı yarattığını gösterdikten sonradır

Ä°lginizi Çekebilir:   Yarım Kalan Hayat; Zeigarnik Etkisi

ki kendi yalnızlığını yaratma sorumluluğunu araştırmaya başlayabilmişti.

Sorumluluk üstlenmek hastayı değişim geçidine sokmakla birlikte değişimle eşanlamlı değildir. Ve bir terapist, içgörüyle, sorumluluk almayla ve kendini gerçekleştirmeyle ne denli lgilenirse

ilgilensin, gerçek arayışı daima değişimdir.

Özgürlük, bizim yalnızca yaşam seçimlerimizin sorumluluğunu üstlenmemizi gerektirmekle kalmaz, aynı zamanda değişimin iradeye dayalı bir eylem gerektirdiğini de öne sürer. İrade, terapistlerin seyrek olarak açıkça kullandıkları bir kavram olmakla birlikte, aslında bir hastanın iradesini etkilemek için çok çaba harcarız. Anlamanın kaçınılmaz
bir biçimde değişime yol açacağını varsayarak (ve bu, inandırıcı deneysel destekten yoksun, dünyevi bir inançtır) durmaksızın açıklar ve yorumlarız. Yıllar süren açıklama ve yorumlar değişimi gerçekleştirmede etkisiz kaldığı zaman, doğrudan doğruya iradeye hitap etmeye başlayabiliriz. –Çaba da gereklidir. Çaba göstermek zorundasın. Düşünmenin ve analizin bir sırası vardır ama eylemin de bir sırası vardır.– Bu doğrudan uyarı da sonuç vermezse, terapist, bu öykülerin tanıklık ettiği gibi, bir insanın diğer bir insanı etkilemek için
kullanabileceği tüm bilinen yöntemleri kullanmak durumunda kalır.Böylece, öğüt vererek, tartışarak, kızdırarak, tatlı sözlerle kandırarak, dürterek, yalvararak ya da yalnızca katlanarak, hastanın nevrotik dünyasının düpedüz yorgunluktan yıkılıp gideceğini umut ederim. Eylemin itici gücü olan irade yoluyladır ki özgürlüğümüz icra edilmiş olur. İradeye dayanan hareketin iki aşamadan oluştuğunu düşünüyorum: kişi bir şeyi dilekle başlatır ve kararla gerçekleştirir. Bazı insanlar bir tür istek tıkanıklığı yaşarlar; ne hissettiklerini de,ne istediklerini de bilmezler. Kendi fikirleri, dürtüleri, eğilimleri olmadığından, başkalarının arzularına tutunan asalaklara dönüşürler. Bu tür insanlar genellikle sıkıcıdır. Betty de kendi arzularını bastırdığı için sıkıcıydı ve diğer insanlar ona istek ve düş gücü sağlamaktan usanıyorlardı.

Bazı hastalar da karar veremezler. Ne istediklerini ve ne yapmaları gerektiğini tam olarak bildikleri halde eyleme geçemezler ve karar kapısının önünde bir aşağı bir yukarı dolaşarak azap çekerler. –Üç Açılmamış Mektup–taki Saul, aklı başında her insanın mektupları açacağını biliyordu, ama mektupların uyandırdığı korku iradesini felce uğratıyordu. Thelma (–Aşkın Celladı–) aşk saplantısının yaşamını gerçeklikten yoksun kıldığını biliyordu. Kendi deyişiyle, yaşamını sekiz yıl öncesinde yaşadığını ve bundan kurtulmak için bu çılgınca sevdadan vazgeçmesi gerektiğini biliyordu. Ama bunu yapamıyor ya da yapmak istemiyor ve benim iradesini güçlendirip harekete geçirme yolundaki tüm çabalarıma şiddetle direniyordu.Karar vermek, bazıları varoluşun özüne kadar inen pek çok nedenle güçtür. John Gardner’ın Grendel adlı romanında yarattığı bilge bir adam, yaşamın gizleri üzerindeki düşüncelerini iki basit fakat korkunç
önermeyle özetler: –Her şey solup gider: her seçenek diğerlerini safdışı bırakır.– İlk önermeden, yani ölümden, zaten söz etmiştim. İkincisi, yani seçeneklerin birbirlerini safdışı bırakması, karar vermenin neden güç olduğunu anlamak için önemli bir anahtardır. Her karar kaçınılmaz bir biçimde feragate yol açar: her evet için bir de hayır olması gerekir, her karar öbür seçenekleri safdışı bırakır ya da öldürür. (İngilizce karar vermek anlamına gelen decide kelimesinin kökü,hamicide (adam öldürme, katil) ve suicide (intihar) kelimelerinde olduğu
gibi –öldürmek– anlamına gelir. (Ç. N.)) Thelma da sevgilisiyle ilişkisini bir kez daha canlandırma olasılığına, bu olasılık son derece küçük olsa da, sıkıca tutunuyordu, çünkü bu olasılıktan vazgeçmek ölüm anlamına geliyordu.

Üçüncü bir veri olan varoluşsal yalnızlık, insanın kendisiyle diğerleri arasındaki aşılmaz boşluktur, kişiler arasındaki derin ve doyurucu ilişkilerde bile varolan bir boşluk. İnsan yalnızca başka varlıklardan değil, kendi dünyasını oluşturduğu ölçüde dünyadan da yalıtılmış durumdadır.

Bu yalnızlığın diğer iki tür yalnızlıktan, kişilerin arasındaki ve kişinin içindeki yalnızlıktan ayırt edilmesi gerekir.İnsan kişiler arası yalnızlığı, yakın sosyal etkileşime olanak veren
sosyal becerilerden ya da kişilik yapısından yoksun olması halinde yaşar.Kişinin içindeki yalnızlık ise benliği oluşturan parçaların birbirinden kopması halinde, örneğin insanın duygularını bir olayın anısından koparıp ayırdığı zaman olduğu gibi, ortaya çıkar. Bunun en aşırı ve dramatik biçimi olan bölünmüş kişilik, nispeten seyrek görülür (ama giderek daha yaygın bir biçimde tanınmaktadır); görüldüğü zaman da terapist, benim Marge’ın tedavisinde (–Terapide Tek Eşlilik–) karşılaştığım gibi, hangi kişiliği benimseyeceğine ilişkin sersemletici
bir çıkmazla karşı karşıya kalır.

Varoluşsal yalnızlığın gerçek bir çözümü olmamakla birlikte,terapistler sahte çözümlerin önüne geçmek durumundadır. Kişinin yalnızlıktan kurtulma çabaları diğer insanlarla ilişkilerini baltalayabilir. Pek çok dostluk ya da evlilik, insanların birbiriyle ilişki kurması ve birbirini sevmesi yerine, bir kişinin bir diğerini yalnızlığa karşı bir kalkan olarak kullanması nedeniyle başarısızlığa uğramıştır. Varoluşsal yalnızlığa bir çözüm getirmek amacını taşıyan ve bu öykülerin birçoğunda rastlanan yaygın ve güçlü bir yaklaşım da birleşmedir, yani kişinin kendi sınırlarını yumuşatması, bir başkasının içinde eriyip gitmesidir. Birleşmenin gücü, bilinçaltı algılama deneylerinde, –Annemle ben biriz– mesajının bir ekranda bilinç
düzeyinde algılanamayacak kadar çabuk bir biçimde görünüp kaybolmasının deneklerin kendilerini daha iyi, daha güçlü ve iyimser hissettiklerini söylemeleri ve hatta sigara tiryakiliği,

şişmanlık ya da ergenlik dönemi davranış bozuklukları gibi sorunların tedavisinde diğer insanlardan daha iyi yanıt vermeleri (davranışsal değişim sergilemeleri) sonucunu doğurmasıyla ortaya

konulmuÅŸtur.

Yaşamın büyük paradokslarından biri de insanın benlik bilincinin kaygıya yol açmasıdır. Birleşme, bu bilinci bertaraf ederek kaygıyı kökünden söküp atar. Aşık olan ve ve mutlu bir birleşme durumu yaşayan bir insan kendi benliğini düşünmez çünkü sorgulayan yalnız ben (ve ona eşlik eden yalnızlık kaygısı) biz duygusu içinde eriyip gider. Böylece insan kaygıdan kurtulur ama kendisini de yitirir. İşte bu nedenle terapistler aşık olmuş hastaları tedavi etmekten hoşlanmazlar. Terapi ile aşktaki birleşme hali birbiriyle uyuşmaz, çünkü terapi süreci, sonuçta iç çatışmalara rehberlik edecek olan sorgulayıcı bir benlik bilincini ve kaygıyı gerektirir.Ayrıca, terapistlerin çoğu gibi benim için de aşık olmuş bir hastayla ilişki kurmak güçtür. Örneğin, –Aşkın Celladı– öyküsünde Thelma benimle ilişki kurmak istemiyordu: aşk saplantısı enerjisini tümüyle tüketiyordu. Tek kişide odaklanan güçlü sevgiden sakının; bu, insanların
bazen sandığı gibi, aşkın saflığının kanıtı değildir. Böyle her şeyi dışarıda bırakarak bir kapsüle, hapsedilmiş – kendi kendisiyle beslenen,başkalarını umursamayan ve onlara bir şey vermeyen – bir aşk, kendi üzerine çökmeye mahkumdur. Aşk iki insan arasında parlayan bir tutku kıvılcımı değildir yalnızca; aşka düşmekle aşkın içinde ayakta durmak arasında sonsuz fark vardır. Aşk bir varoluş biçimidir, — vurulmak– değil –vermek–tir; bir tek insanla sınırlanmış bir eylem değil genel anlamda bir ilişki kurma biçimidir.

Ä°lginizi Çekebilir:   Flynn Etkisi; Öğrenciler artık daha mı zeki?

Yaşamımızı çift çift ya da gruplar içinde geçirmek için çok çaba harcasak da, gerçeğin – yalnız doğduğumuz ve yalnız ölmek zorunda olduğumuz gerçeğinin – özellikle ölüme yaklaşırken ürpertici bir berraklıkla ortaya çıktığı anlar vardır. Ölüme yaklaşan pek çok hastadan,ölmenin en korkunç yanının onu yalnız yapmak zorunda olmaları olduğunu duydum. Yine de, ölüm anında bile, bir başkasının tüm varlığıyla yanımızda olma isteği bu yalnızlığın içine işleyerek onu hafifletebilir.–Usulca Gitme– öyküsünde bir hastanın dediği gibi, –Teknende
yalnız da olsan, yakınlarda inip çıkan diğer teknelerin ışıklarını görmek her zaman avutucudur.– Peki, eğer ölüm kaçınılmazsa, eğer tüm yapıtlarımız, hatta tüm güneş sistemi bir gün yok olup gidecekse, dünya tesadüfi ise (yani, her şey pekala başka türlü de olabilir idiyse), eğer dünyayı ve o dünyanın içindeki insani düzeni insanlar kurmak zorundaysa, o zaman yaşamın ne gibi bir kalıcı anlamı olabilir? Bu soru çağdaş erkek ve kadınların huzurunu kaçırır ve pek çoğu yaşamlarının anlamsız ve amaçsız olduğunu hissettikleri için terapiden yardım umarlar. Bizler anlam arayan yaratıklarız. Biyolojik bakımdan sinir sistemimiz, beynin kendisine gelen uyaranları otomatik olarak belli bir sistem içinde gruplandırması esasına göre düzenlenmiştir.

Anlam aynı zamanda bir egemenlik duygusu da sağlar: belli bir örüntüden yoksun, gelişigüzel olayların karşısında kendimizi çaresiz ve şaşkın hissettiğimiz için onları düzene koymaya ve bunu yaparken de onların üzerinde bir denetim duygusu kazanmaya çalışırız. Daha da önemlisi, anlam, değerlerin ve dolayısıyla davranış kurallarının kaynağını oluşturur: bu durumda niçin sorularının (Niçin yaşıyorum?) yanıtı, nasıl sorularına (Nasıl yaşıyorum?) bir yanıt getirir.Bu on psikoterapi öyküsünde, yaşamın anlamı açık bir biçimde pek az tartışılmaktadır. Anlam arayışı, haz arayışına çok benzer şekilde,dolaylı olarak yönlendirilmelidir. Anlam, anlamlı etkinlikler sonucunda oluşur: doğrudan doğruya ne kadar ardına düşersek onu bulmamız
olasılığı da o kadar azalır; anlam hakkında sorulabilecek mantıklı sorular daima yanıtlardan daha uzun ömürlü olacaktır. Yaşamda olduğu gibi terapide de anlam, ilişki ve yüklenimin bir yan ürünüdür ve terapistler çabalarını bu yönde yoğunlaştırmalıdır. İlişki, anlama ilişkin sorulara mantıklı bir yanıt getirmez ama onları önemsiz kılar.Varoluşsal çıkmazın – anlam ve kesinlikten yoksun bir evrende bunları arayan bir varlığın durumu – psikoterapistlerin mesleğiyle yakın ilişkisi vardır. Terapistler günlük çalışmalarında hastalarıyla gerçek
bir ilişki kuracaklarsa, epey belirsizlik yaşarlar. Hastanın karşı karşıya kaldığı yanıtlanamaz sorular terapisti de aynı sorulara maruz bırakmakla kalmaz, aynı zamanda terapist, benim –İki Tebessüm– öyküsünde yapmak zorunda kaldığım gibi, öbür insanın yaşadıklarının sonuçta geçit vermez bir biçimde kişisel ve bilinemez olduğunu kabul etmek zorunda kalır.

Gerçekten de belirsizliğe katlanma yeteneği bu mesleğin bir önkoşuludur.İnsanlar terapistlerin hastaları sistematik ve güvenilir bir biçimde terapinin önceden tahmin edilebilen evrelerinden geçirip önceden bilinen bir hedefe yönelttiklerini sanabilirler ama bu pek seyrek rastlanan bir durumdur: aslında, bu öykülerin de tanıklık ettiği gibi, terapistler sık sık yalpalar, doğaçlama yapar ve el yordamıyla yön bulmaya çalışırlar. Bir ideolojik ekole ve katı bir terapi sistemine sarılarak kesinliğe ulaşmanın güçlü çekiciliğine kapılma eğilimi tehlikelidir:
böyle bir inanç etkin bir terapi için gerekli olan, kesinlikten uzak, içten gelen, doğal karşılaşmanın önünü kesebilir. Psikoterapinin kalbi olan bu karşılaşma, biri (her zaman olmamakla
birlikte genellikle hasta konumundaki) diğerinden daha dertli iki kişi arasındaki sıcak, alabildiğine insanca buluşmadır. Terapistlerin ikili bir rolü vardır: hastalarının yaşamını hem gözlemek hem de ona katılmak zorundadırlar. Gözlemci olarak, terapist hastaya gerekli temel rehberliği sağlamak için yeterince nesnel olmalıdır. Katılımcı olarak ise, hastanın yaşamına girer ve bu karşılaşmadan etkilenir bazen de değişime uğrar.

Her bir hastanın yaşamına tümüyle girmeyi seçerken, terapist olarak ben de yalnızca hastalarımın karşılaştığı varoluş sorunlarının aynılarıyla karşılaşmakla kalmayıp bu sorunları aynı sorgulama kuralları çerçevesinde incelemeye hazır olmak zorundayım. Bilmenin bilmemekten, riske girmenin girmemekten daha iyi olduğunu; büyü ve yanılsamanın, ne kadar zengin, ne kadar çekici olsalar da sonunda insan ruhunu zayıflattığını varsaymak zorundayım. Thomas Hardy’nin şu güçlü sözlerini son derece ciddiye alıyorum: –Eğer daha iyiye giden bir yol varsa, bu en kötüye eksiksiz bir bakışı gerektirir.– Gözlemci ve katılımcı olarak oynanan bu ikili rol, terapisti hayli zorlar. Beni de bu on vakada hırpalayıcı sorularla karşı karşıya bırakmıştı.

Örneğin, benden aşk mektuplarını saklamamı isteyen bir hastanın, benim tam da kendi yaşamımda kaçındığım türden sorunları ele almasını bekleyebilir miydim? Onun benden daha ileriye gitmesine yardımcı olmak mümkün müydü? Ölmek üzere olan bir adama, bir dul kadına, çocuğunu yitirmiş bir anneye ve doğaüstü düşleri olan vesveseli bir emekliye, varoluşa ilişkin acımasız sorular – yanıtlarını benim de bilmediğim sorular – sormalı mıydım? Öbür kişiliğini çok baştan çıkarıcı bulduğum bir hastaya zaafımı ve sınırlarımı belli etmeli miydim? Dış görünüşünü itici bulduğum şişman bir hanımla dürüst ve sevecen bir ilişki kurabilir miydim? Yaşlı bir kadını, bilinçlendirme adına, akıldışı fakat güç verici ve avutucu bir aşk yanılsamasından
yoksun mu bırakmalıydım? Ya da, kendi çıkarları doğrultusunda hareket edemediği için üç açılmamış mektup karşısında dehşete düşen bir adama kendi irademi zorla kabul mü ettirmeliydim?
Bu psikoterapi öykülerinin hasta ve terapist kelimeleriyle dolu olmaları sizi yanıltmasın: bunlar her erkeğin, her kadının öyküleridir. Hastalar her yerdedir; bu etiketin kullanılması büyük ölçüde keyfi olup çoğu kez hastalığın vahametinden çok kültürel, eğitimsel ve ekonomik etmenlere bağlıdır. Terapistler de hastalarla aynı ölçüde bu varoluş sorunlarıyla yüzleşmek zorunda olduklarından, mesleki yaklaşımın bilimsel yöntem için çok gerekli olan tarafsız nesnelliği burada geçerli değildir. Biz psikoterapistler yalnızca anlayışla kafa sallayıp hastalara kendi sorunlarıyla sebatla mücadele etmelerini öğütleyemeyiz. Onlara siz ve sizin sorunlarınız diyemeyiz. Bunun yerine bizden ve bizim sorunlarımızdan söz etmeliyiz, çünkü yaşamımız, varlığımız
daima ölüme; sevgi yitirişe; özgürlük korkuya ve gelişme ayrılığa perçinlenmiştir. Biz, hepimiz, bu işin içinde birlikteyiz.

Bir cevap yazın